Hamd ve Şükür

Hamd ve Şükür

Hamd ve Şükür

Şükür daima ni'met ve ikram-ı Rabbâniye karşı duyulan minnet ve mahcubiyetin ifâdesidir.
Şükrün ifâdesinde, tekrarının, devâmının ve fazlalaşmasının arzu edildiği gizlidir.
“Hamd” de:
“Bu kadar kâfi”,
“Fazlasını arzulamam”,
“Kanaat hududundan bir santim ilerlemesini istemiyorum”,
“Beni bu hâlime bırakın” istekleri mevcuddur.
Mesaib ve belâyaya karşı en büyük bir silâhtır hamd.
Hamd edilecek yerde şükür yapmak, şükür edilecek yerde hamd etmek caiz değildir.
Hem de tehlikelidir.
“Elhamdülillah!” diyen bir kimse:
“Yarabbî kudretlerin kaynağı Sen'sin.
Her şey Sen'in arzunla mümkündür.
Ben hâlime razıyım, belâya da, saadete de...
Beni bu hâlimden, bu hâlimi aratacak hâle sokma!” demektir.

“Elhamdülillah çok şükür!” demek ise :
“Hâlime razıyım, bu hâlimi bana aratma”
Peşinen de: “Yarâbbi teşekkür ederim!” demektir.
“Beni, seni tanıyan yarattın, bundan dolayı hamdederim!
Fena bir kul, âsî, münkir bir kimse yaratabilirdin; bu bana kâfidir!”

Hamd;
Bütün belâyanın önüne sed çekmektir.
Çok ince hâller vardır,
Hamd veya şükürün hangisini yapmak lüzumiyetinde hataya gidebilir insan.
Bundan dolayı da bu hataları yok etmek için “istiğfar” yapmak lâzımdır.
“Ben bilemedim, kestiremedim, niyetim hâlistir, fakat senden istemek edebini,
kul olduğum için lâyıkı ile anlayamıyorum. Bundan dolayı, hatâlarımı bana bağışla!” arzusunu dilemektir.

Hamd; Cesedin haykırışıdır.

Şükür: Ruhun haykırışıdır...

Hamd ile azap ve cehennemden kurtulunur.
Şükrile Cennet'e girilir.
Ni'met ve ikram-ı ilâhiyeye bilâ istisna her canlı:
İnsan; hayvan, nebat mazhardır.
Hem de arası kesilmeden.
Akan ırmak herkese su verir.
Güneş herkese sıcaklık saçar.
Rüzgâr herkesi okşar.
Bu ni'metlerden dolayı bunu vereni bilmese bile, o ni'metlerin verdiği ferahlık ve telezzüzden dolayı insanın yüzü güler: “Oh!” der.
Nebatların yaprakları canlanır.
Bu bir nev'i “Oh!” demektir.
Hayvan su içer, doyar kuyruğunu sallar.
Kuş öter.
Bunlar hep bir nev'i:
“Oh!” demektir, işte bu şükürdür.

Cenab-ı ALLAH, yarattıklarına “Hamd”'ı öğretmek için, Resûllerini göndermiştir.
Bunların ilki ve sonu hamdedici olan Muhammed (s.a.v)'dir.
Hamd'ı yaratılan her mahlûka öğreten O'dur.
Onun için şükrü, ruh ezelden, bilir.
Hamd sonradan öğretilmiştir.
Şükür doğrudan doğruya, “Zâtullah”a raci’dir..
Hamd onu tanıtan, yalvarma edebini öğreten Resûlden, ALLAH'ı Zülcelâl’e çevrilir.

Dünyadaki hamd'ı iyice öğrenmeden örseleme.
Şükürde kal, ikisinin arasında şeytan seni bocalatırsa “Sabır” da kal...
Hem de hududsuz sabırda.
Sabırda hazineler gizlidir.
Buğday sekiz ay toprak altında, gizlenmeye sabrettiği için azîz ni'met olmuştur.
Sedef aza kanaat ettiği için sabra kavuşmuş ve ALLAH içini inci ile doldurmuştur.
Resûl aza kanaat âbidesi olduğu için “Rahmetenli’l-âlemin” ba’s edilmiştir.
Sabırda, kanaatta; RAHÎM, şefik olan Allâhu Lemyezel gizlidir.
Bu sıfatlara bürünene:
“Size Şah damarlarınızdan yakınım” diyen ALLAH görünür...

Hamd, âhiret kapısında biter..
Şükür ise diğer âlemde de vardır.
ALLAH'ın mağfiret deryasında yegane eriyen şey şükürdür.
Diğerleri erimez.
Mağfiret deryası tarafından kabul edilmez.
Şeker suda erir.
Zeytinyağında şeker erimediği gibi, şükürden başkası da mağfiret deryasında erimez...
Hamd, insanı mağfiret deryasında eriyecek hâle hazırlar ve insan şükür külçesi hâlinde, mağfiret deryasına dalarak eriyip gider, Saâdet-i ebedîye'ye karışır.

O zaman “Cemâlullâh” tecellî eder.
O hâlde bütün ni'metlere “maddî ve mânevî” şükür...
Mesaib ve belâyaya hamd etmek lâzımdır..

Kuldaki şükrün ifâdesi, edeb içinde, emirlere büyük bir zevkle itaat, sonu gelmeyen tatlı bir arzu ile istekle ibadat, taattır.
Hamd'ın ifâdesi, me'yus olmadan rıza, tahammül ve sabırdır.
Şükrün menzili en küçük dereceden en büyük derecelerine kadar daima doludur.
Zira ruhlar, arza inmeden evvel kendilerine Ta’lim edilmiştir.
Ruhların arza indirilmesindeki murad-ı ilâhî hamdı öğrenmeleri içindir.
Hamd menziline gidilirken bu yolu dolduramıyanlar yuvarlanırlar.
Şükrün hakiki olup olmadığı hamdın mevcudiyeti ile isbat edilir.

“Hayır ve şer ALLAH'tandır.”
Hayır, şükrün yerine varması ile gönderilen, ardı arası kesilmeyen mağfiret-i Sübhanîyyenin, le-mead ve akisleridir..
Şer, Hamd'sizliğin mukabilidir.
Ateşe el sokmayan nasıl elini yakmazsa, hamd edene şer gelmez...
Ateşe elini sokanın eli nasıl yanarsa hamd etmeyene şer gelir.
Bunların istisnasız kanunu ilâhî oluşundandır ki:
“Hayır ve şer ALLAH'tandır.” Cümle-i Celilesi bildirilmiştir.
Kulun şükrüne vesile olacak bütün ni'met ve ikram-ı ilâhilerin sai ve muhafızları, meleklerdir.
Şerrin, hamdsız kalmasına da çalışan, şeytandır.
Bu büyük ve ilâhî intizam ve carî kanunun fehmedilsin edilmesin sigortası da, kanaat ve sabır hasletlerinin takviyesine çalışmak ve bunda muvaffak olmaktır.
Kanaat ve sabır zırhına bürünene, şeytan yaklaşamaz.
O zaman kul hamd edici sıfatını giyer, işte, Resûlullâh'ta erimek budur.
Resulullâh'ta eriyenin içinde korku yoktur.
Zira Resûlullâh'ta eriyen kimse, rızadan bir parça olur.
“Cemâlullâh”a kavuşur, bütün bu nehy-i ilâhiler, buraya kavuşmak için kurulmuş, mağfiret süzgecinden süzülmüş çârelerdir...

Nehiyileri, mantık yürütmeden, akıl ile eşelemeden, şüphesiz kabul ve tatbik etmek lazımdır.
Şeker hastalığına, şeker yemek yaramaz; vücudu ifna eder.
Bu bir hakikattir.
“Niçin yaramaz? izah edin!”
Yapamazsınız!..
Ancak, onu, ehli olan doktor, size tecrübe ile izah eder.
Bütün hastalıklarda, bazı hususlarda kat'i perhiz yaptırılır.
Çünkü alınırsa vücudu fenaya götürür.
Mânevîyat âleminde de iş, aynı ile vaki’dir.
Onun için;
“Şarap içmeyiniz!”,
“Hınzır eti yemeyiniz!”,
“Yalan söylemeyiniz!”,
“Kimsenin hukukuna tecavüz etmeyiniz!”,
“Ulûlemre itaat ediniz!”,
“İsm-i İlâhîyi anmadan bir şey kesmeyiniz!”,
“Adaletten ayrılmayınız!”.
Velhasıl bütün haramlar ve nehiyler; ruhun temiz, saf bir hâlde, Allâha dönmesini temin için vaz'edilmiş, ALLAH emirleridir.
Sebeplerini aramaya kalkma!
Şeker hastalığına şekerli maddelerin niçin dokunduğunu anlaman için doktor olman lâzımdır.
Doktorluk tahsil et, ondan sonra anla!..
Nehiylerin sebeblerini anlamak için de mânevîyat doktoru olmak lâzımdır.
Onlar da, dünyada iken, HAKK'a vasıl olan velîlerdir.
Bir doktor, şekerli hastaya, şekerli maddelerin dokunacağını yalnız söyler geçer, izah etmez, etse bile, hasta anlıyamaz.
Nebîler de böyledir, izah edilse anlaşılamaz.
O makam ve mertebe, o ihtisas dereceye ulaşmak lâzımdır.
Onun için, akıl ve mantıkla izahlar bulmak bir işe yaramaz insanı yuvarlar!..

Muhterem okuyucularım, bu işleri bu kadar bilmeniz, herhâlde kâfidir, zannederim.
Niyaz ve dua ederim;
ALLAH sizi kanaat, sabır gösteren,
Emirlere şek ve şüphesiz itaat eden,
Şükrü bilen ve daima hayâ ve mahcubiyet içinde bulunan,
Mesaib ve belâya karşı tükenmez hamdedici ve sabır, huzur içinde yüzen kullarından eyleye.
Beni dinlediniz, belki bir şeyler öğrendiniz.
Mukâbeleten de, bana, ayrıca teker teker dua etmenizi dilerim.

Şimdi bu edeble biraz daha dolaşalım:
Emr-i İlâhîyi bihakkın yerine getirmeden,
ALLAH'tan bir şey istememek, “hayâ” dır.
Hayâ makamında kul, saray-ı ilâhiyeye girebilir.
Saray-ı ilahînin adabı muaşeretini bilmeden, burada yürünmez.
Siyret-i Resûl, Ahlâk-ı Resûl buranın adabıdır.
Bundan dolayı Rahmet-i Sübhaniye, kalb-i pak-i Resûl'e inmeden, onun parçaları olan kullara yetişmez.
Onun için, her münacaatın başında, Resûl'e selâvat getirmek icabeder.
Bu usulü, kendi, kudreti derecesine göre, insanlar ya takip ederler yahut etmezler.
Bu takipte hatâ, daima, insana râcî bulunur, insan, bu yol üstünde, şeytan ile birliktedir.
Hatâ, bazân doğru; bazân, hatâ şeklinde görünür.
Kul, bunların farkında değildir, insan, sevdiklerinin hatalarından dolayı üzüntü duyar;
Bu duygu, RAHÎM esmâsının, kula göre tecellî miktarıdır.
Bunun altında acıma gizlidir.
Fakat esmâ-yı İlâhîyenin “RAHÎM”'in altında acımak gizli değildir.
Gizli olsa o sıfatlıktan çıkar...
Soğuk su ateşi giderir.
Bu gidermek, ağzı kuruyan ve içi yanan adama, suyun acıdığından değildir.
Suyun, ferahlık verici olmasındandır.
İşte, “Rahmetel-lil âlemin” olarak gönderilen Resûl, ALLAH'ın RAHÎM esmâsının pınarının hazinesinin musluğu gibidir.
Bu sıfatın Resûl'de tecellîsi murad-ı ilâhîdir.
Bu tecellîye çarpmak;
“Şefaat” denilen, “Resûl'ün kulun hatâsına karşı duyduğu kalb-i mübârekelerindeki üzüntüyü kaldırmak için, Cenâb-ı HAKK tarafından kendisine hediye edilen destur”'u ortaya çıkarır.

Şefaat dilemek, istemek; aslında RAHÎM esmâsının Resûl'de tecellî eden acımak lifinden, yardım taleb etmektir.
Şefaat etmek demek; RAHÎM esmâsının kulun kaldırabileceği miktarda olanını RAHÎM sıfatına çarptırmak demektir.
Onun için: “ALLAH'ın izni olmadan Resûl Şefaat edemez!” sözünün mânâsı böyle fehmedilir...

“Tevessül” ise; dilemek, istemek lifinden çıkan rahmeti istemek demektir.
Tevessülde kulun tahammülünün fevkinde RAHÎM esmâsı tecellî eder, kul kurtulur.
Fakat ânı vahidde de erir.
Tevessülün altında acımak yoktur.
İnsan evvelden hazırlıksız ise yuvarlanır.
“Tevessül” de bir hususiyet, “Şefaat” de umumîyet gizlidir.

Rahmet çeşmesinin pınarının fışkırdığı yer Resûl olduğu için “Şefaat” herkese yapılacaktır. Arzu etsen de, etmesen de.
Zira Rahmetelli’l-âlemîn'dir O Resûl-i Kibriyâ...
“Şefaat etmem!” dediklerine bile şefaat edecektir O Mahbub-u Hüda...

Tevessül tehlikelidir.
Hak etmeyene tevessül etmek, edeb harici bir iştir.

RAHÎM esmâsının altında, kalb-i pâk-i Resûl gizlidir.
RAHÎM esmâsının altında acımak yoktur.
Acımak olsa “KAHHÂR”, “Zu’l-İNTİKÂM” esmâlarının mânâsı kalmaz.
Sıfat-ı İlâhîye yekdiğerini cerh edemez.
Yek diğerinin tamamıdır.
Ancak tecellî şekillerine göre başka başka görünürler...
RAHÎM esmâsı kalb-i Resûlde “Acımak” şeklinde tecellî ederek “Şefaat” hâlinde ortaya çıkar.. RAHÎM esmâsının yoğurduğu ve yıkadığı kalb-i mübârek-i Resûlde parlıyan “RAHÎM” ismi, acımak sûretinde tecellî ediyor.
Esmâlar, kuldaki tecellîlerine göre tezahür eder, hangi esmâ daha ziyâde tecellî ederse, o kul, o şekilde bir insan olur.

Can almağa mahsus “Azrail”, “Mümit” esmâsının tecellîlerini yerine getirir.
Esmâ doğrudan doğruya sudûr ederse canlı hiç bir mahlûk kalmaz.
Kelâm-ı İlâhî Resûl'e “Cibril” ile nazil olmuştur.
Doğrudan doğruya nazil olsa kâinat buna tahammül edemez.
“Kur’ân’ı biz dağa indirseydik, dağ paramparça olurdu.”
Diğer büyük melekler de böyledir.
Cenâb-ı ALLAH'ın herşeyle teması vasıtalı murad etmesi, canlı cansız bütün kâinat ve mevcudatın tahammülsüzlüğündendir.
“Biz insana tahammülünün fevkinde iş yüklemeyiz” âyeti budur.
Esmâların birleştiği “Zâtullâh”ın küçük bir tecellîsine bile tahammül edilemez.
“Lilcebeli cealehû dekken” bunun beyanıdır..
İşte, “Şefaat” bu tahammülsüzlüğü tahammül edilir hâle getirmek için Resûl-i Ekrem'e verilmiştir…

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“Ve ma erselnake illa rahmetel lil alemin : (Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Ve le kad halaknel insane ve na'lemu ma tuvesvisu bihi nefsuh ve nahnu akrabu ileyhi min hablil verid : Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 40/16)

لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُّتَصَدِّعًا مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“Lev enzelna hazelkur'ane 'ala cebelin lereeytehu haşi'an mutesaddi 'an min haşyetillahi ve tilkel'emsalu nadribuha linnasi le'allehum yetefekkerune. : Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr 59/21)

Tepkiniz nedir?

like
0
dislike
0
love
0
funny
0
angry
0
sad
0
wow
0